GİRİŞ:

           Çağdaş İran Edebiyatının ünlü hikâyecilerinden olan Çubek, eserlerinde kullandığı dil yerel halkın diliyle dönemin sorunlarını anlatımında kullandığı gerçekçilik, hikayelerinde bahsettiği kişilerin genellikle katiller, hırsızlar, suçlular olmasındaki cesurluğu nedeniyle çevresinde büyük yankılar uyandırmıştır. Çağdaş İran hikâyeciliğini etkilemiş, eserleri birçok dile çevrilmiştir. 1945 – 1974 yılları arasında toplumsal mücadeleye içinde yer alan Çubek, önce Londra daha sonra ömrünün sonuna kadar Amerika da yaşamayı tercih etti ve 1998 yılında yine ABD de öldüğünde cesedinin yakılmasını isteyerek bir anlamda gelenekselliğe ve tabulara karşı olan yaşam anlayışını yine yaşadığı coğrafyanın adetlerine ters düşerek yakılmasını istemekle noktaladı.

Sokak dilini kullanması onun ustalığıydı diyebiliriz, “Neden Deniz Fırtınalıydı” adlı eseri filme alındı. Haksızlığa uğramış kişilerin yaşam öykülerini konu edindiği yapıtlarıyla yöresel şiveleri aktarmada ve acılarını işlemekte büyük başarılar göstermiştir. İlk öykü yazarları arasında olan Sadık Çubek, sade yazım tarzını ve halk dilini kullanmayı öyle bir boyuta getirmiştir ki İran öykücülüğünde, mizah, realizm, natüralizm ve argo tabirlerin kullanımı en üst seviyeye ulaşmıştır. Karanlık bir dünya oluşturmak ve bu dünyayı her yönüyle eserlerinde işlemek onun en büyük özelliği olmuştur. Karanlık dünyaşında yaptığı karanlık mizahlarda eserlerinin yerini ayrı bir kategoriye taşıdı diyebiliriz. Bulunduğu dönemdeki siyasal ve sosyal durum içe kapanık ve geleneksel bir tutum izlenildiğini söyleyebiliriz, edebi olarak ise köklü toplumsal değişimler, kendine geliş ve ulusal kendine dönüşle eş zamanlı olarak, siyasal ve kültürel ortamı eleştiren yeni bir edebiyat şekillendiği görülmüştür.

Yazarın çocukluk dönemi Meşrutiyet inkılâbı yıllarına denk gelmektedir. Eserlerinde realizmden natüralizme doğru giden bir çizgi izlemiş, hikâyelerinde halk dilini kullanmıştır. Karanlık bir dünya yaratmak ve bu acımasız dünyayı her yönüyle ortaya koymak Çûbek’in en önemli özelliğidir. Onun dünyaşındaki insanlar karanlık ve kokuşmuş bir çevrede yaşarlar. Ümitsizliğin, esrarın, kokuşmuşluğun, cehaletin, cinsel isteklerin pençesindedirler. Ancak Çûbek’in hikâyelerindeki karamsar atmosfere dikkatle eğilip, üzerindeki örtüyü kaldırıp baktığımızda, o karamsarlık içinde kara bir mizah olduğunu görürüz. Birçok hikâyesinde rastlanan kara mizah, yazarın bu hikâyelerini dinamik tutan en önemli unsurdur.

O, hayatın kötü yönlerini ortaya koyup bir anlamda toplumun mahremiyetine değinirken, mizahı da kullanarak, ortaya çıkan manzarayı okur tarafından kabul edilebilir bir hale getirmiş ve kullandığı gülmece üslubu her kesimden insanların ilgisini çekmiştir. Çûbek’in hikâyelerinde kötü olaylar ön planda olup, iyi konulara ve güzelliğe çok az yer verilmiştir. Onun dünyaşında insanlar çaresiz ve isteklerinin esiridirler ve bu esaret de onları daha çok dibe batırmıştır. Mesela “Bakıcısı Ölen Maymun”da sürekli içgüdüleriyle hareket eden talihsiz maymunun başı dertten bir an bile kurtulamamıştır. Bakıcısının ölümünden sonra özgürlüğüne kavuştuğunu zannetmiş ancak özgürlük onun için artık bir yok oluş ve zalim dünyaya karşı savunmasızlık anlamına gelmiştir. Başka bir öyküsünde, aşkı uğruna ülkesini terk edip İran’a giden bir Fransız kadının sonunda beraberinde küçük çocuğu ile terk edilişi, İran’a gelmesinden duyduğu pişmanlık, yalnızlığı, “Güvercin Uçurucu” adlı hikâyesinde, mahallenin kabadayısının bir kadın karşısında nasıl çaresiz kaldığı, “Son Işık” isimli hikâyesinde de halkı kandırmaya çalışan üç kağıtçı bir adamın din çığırtkanlığı yaparak insanların nasıl paralarını almaya çalıştığı ve bunlar gibi pek çok hikâyesinde, haksızlıklar, ölüm teması ve çaresizlikler betimlenmiştir.

Döneminde Rusya ve İngiltere ile girişilen zorunlu iletişim ve mücadelenin ardından toplumda yaygınlaşan meşrutiyet fikri, modern düşüncenin gelişmesi, beraberinde Meşrutiyet Devrimi’ni getirmiş, İran batı düşüncesiyle tanıştı. 1920’li yıllar edebî basının açılım sağladığı, fikrî gelişimin ivme kazandığı ve edebi derneklerin kurulduğu yıllardır. Bu dönemde yayımlanan dergiler ve batıdan yapılan çeviriler düşünsel ve edebî akımların gelişimi üzerinde etkili oldular. Sade tarzda yazım, meşrutiyet dönemi edebiyatının baslıca özelliği olmuştur. Bu tarz, Muhammed Ali Cemal-zade ile başlamış, Dehhoda’nın “Çerend u Perend” leriyle devam etmiştir. Cemâl-zâde “Yeki Bûd,Yeki Nebûd”, Sadık Hidâyet de “Kör Baykus” adlı hikâye mecmuaları ile hikâye yazarlığı alanına girmişlerdir. Böylelikle batılı anlamda hikâyecilik İran edebiyatında yavaş yavaş yerini almıştır. Sade yazım tarzı açısından, Sâdık Çûbek’in hikâyeciliği ile Sadık Hidâyet’inki arasında bazı farklar vardır. Sâdık Hidâyet, her ne kadar sade yazım konusunda çabalamış olsa dahi, belki de uzun yıllar ülkesinden ayrı kalması, ya da sokak dilini yeterince bilmemesinden dolayı, hiç bir zaman Sâdık Çûbek’in bu alanda elde ettiği başarıya ulaşamamıştır.

Öldükten sonra bile adından söz ettirmeyi başaran bu ünlü şairimizin hayatını ve eserlerini inceleyerek biraz anlatmaya çalışacağım.

HAYATI:

İran edebiyatının tanınmış romancı ve hikâyecilerinden biri olan Sadık Çubek, 1916 yılında, bir liman kenti olan Buşehr’de dünyaya gelmiştir. Babası Hacı İsmail o dönemlerde Hindistan ve İngiltere ile ticaret yapan zengin bir tüccardı.  Yazarın çocukluk dönemi meşrutiyet inkılâbı yıllarında geçmiştir. Sadık Çubek o yıllarda Dâr’ul-Fünûn’un müfredatı doğrultusunda eğitim veren Buşehr’in en iyi okullarından birisinde eğitim hayatına başlamıştır. Dâr’ul-Fünûn mezunlarından birisi olan Mirza Ahmed Han Derya Begi, Sadık Çubek’in ilkokul örgencisi olduğu sırada o okulun müdürüdür. Derya Begi, kendi döneminin en ileri görüşlü aydınlarından birisi olup İtalyan yazarı Boccaccio’nun “Decameron” isimli kitabını Farsçaya çevirmiştir. Sonraları, Çubek bu kitaptan çok önemli bir kitap olarak bahsedecektir. İkinci sınıfta geçirdiği hastalık sebebiyle Şiraz’da bulunan babasının yanına gitmek zorunda kalmıştır. O sıralarda kendisinde yazı yazma isteği yeni başlamıştır. Babası ticaretle uğrasan, görmüş geçirmiş bir adamdı. Ona Cemalzâde’nin “Yeki bud yeki Nebud” isimli hikâyesini ve “Binbir Gece” masallarını okurdu. Bunun sonucunda onda yazı yazma isteği gelişmiştir.

Hasta iken Şiraz’da bulunduğu sıralarda, en değerli oyuncağı babasının ona aldığı  Mahmel isimli maymundur. Yazar bu ismi yıllar sonra “Bakıcısı Ölen Maymun” isimli hikâyesinde kullanmıştır. Üvey anneyle büyüyen Çubek’in en iyi dostu Mahmel’dir. Sonraları babasının maymununu askeriyeye bağışlamasıyla Çubek çok üzülmüştür.

İyileştikten sonra Çubek, Buşehr’deki eğitimine devam etmiştir. Dokuz yaşında iken, 1924 yılında İran Edebiyatının ilk sosyal romanı olan Müsfik-i Kâzımi’nin Tehrân-i Mahûf isimli romanı yayımlanmıştır. Bu eser, aşk, fuhuş, yoksulluk gibi sosyal konuları içeren, düşünsel açıdan zengin ve sanatsal yeniliğe sahip bir romandır. Bu romanda kadın, daha sonradan yazılmış diğer bazı sosyal romanlarda da olduğu gibi, düşkün, fuhuş batağına saplanmış aciz bir varlık olarak tasvir edilmiştir. Bunun başlıca nedeni I.Dünya Savaşı’ndan sonra toplumda yaşanan ekonomik krizdir. O yıllar yokluk ve alt tabakadaki insanların güçlükle ayakta durduğu yıllardır. Evlilik onlar için bir lüks sayılmaktadır. Hükümetin baskısı, yokluk ve o dönemde Buşehr’de kendini hissettiren İngiliz varlığı da bu karamsar ortamı körükleyen etmenlerdendir. O yıllarda dokuz yaşında olan Sadık Çubek, Mirza Aka Han Kirmani’nin “3 mektup” adlı kitabını okumaya, aydınlıkçı ve ilerici fikirlerle tanışmaya başlamıştır. Yıllar sonra yazar bu kitapların bir kısmını “Son Işık” isimli hikâye kitabında aynen kullandığını ve bunların kendisi üzerinde önemli izler bıraktığını söylemiştir.

Çubek on yaşına geldiğinde İran Edebîyatı’nın büyük yazarlarından ve ilk hikayecilerinden olan Sadık Hidayet’in Berlin’de, İransehr dergisinde “Merg” isimli ilk hikâyesi yayımlanmıştır. Elbette Sadık Çubek o zamanlarda küçük bir çocuk olduğundan, Hidâyet’in Berlin’de yayımladığı hikâyeden habersizdi. Bu sıralarda yazarın babası, Şiraz’da ikinci eşi ile birlikte yaşamaktadır. Annesi ise Buşehr’dedir. Çubek annesi ve babasının ilişkilerinden hiç bahsetmemiştir. Ailesindeki bu çözülmüşlüğü “Sabır Taşı” isimli romanındaki Ahmed Bey ve ailesinin durumuyla özdeşleştirmiştir. Başka bir şehirde yaşayan, adı geçen romanın kahramanı Ahmed Bey, gıyabında eşini boşamakta ve daha sonra eski karısına geri dönmektedir. Sadık Çubek Şiraz’da olduğu sürede fotoğrafçılıkla ilgilenmiştir. Yazarın babası çok büyük bir evde yasadığından, evin karanlık bir odasında fotoğrafçılık hobisini uygulama imkânı bulmuştur. O sırada Çubek, Mirza Fethullah Akkaş’tan fotoğrafçılık sanatını öğrenmiştir.

Yazarın babasının evi, birçok kimsenin ziyaret ettigi bir evdi. O evin müdavimlerinden birisi de Çubek’in babasının arkadaşı olan Mirzâ Ali Mâzenderânî idi. O, Çubek’e boş inançlarla savaşması için öğütler vermiştir. Amcasının büyük bir kütüphanesi vardı. O kütüphanedeki Sa’dî, Hâfız, Şems ve Ka’ani divanlarından, tarihi’nden ve diğer farsça kitaplardan faydalandı. Çubek en çok etkilendiği kitaplar arasında Mirza Cani Kasi’nin Nokta-i Ahkaf’ını ve Kazvini’nin Bist Makale’sini saymaktadır. Fars edebiyatına Victor Hugo’nun Sefiller romanının tercümesi yine bu yıllarda girmiştir. 1930 yılında Sadık Hidayet’in “Diri Gömülen” isimli kısa öykü mecmuasının yayımlanmasıyla İran modern hikâyeciliğinin de başladığı kabul edilir. Aynı yıllarda Bozorg-i Alevî ve Ferruhzâd da Sadık Hidayet’in edebiyat ortamında bulunmuşlardır. Hidayet ve arkadaşları kafelerde oturup yenilikçi akımı savunarak resmi edebiyata muhalefet ettiler. 1933 yılında Sadık Hidayet’in bir diğer hikâyesi “Üç Damla Kan” yayımlandı. Bu kitabın yayımlanmasından sonra Hidayet İranlı yazarlar arasında muhalifler ve yandaşlar buldu.

1933 yılında Çubek, Rus yazarlarının eserleriyle tanışmaya başlamış, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza isimli romanını okumuştur. “Dünya” isimli derginin yayınlanması da yine aynı zamana rastlamaktadır. Sadık Hidayet’in Fars edebiyatını modernizm ile tanıştırdığı sıralarda, Sadık Çubek Amerikan Koleji örgencisiydi. Yazar, Amerikan Kolejindeki eğitimini 1936 yılında tamamlamıştır.1934 yılında aslen Şiraz’lı olan Hintli bir Seyyid, Şirazlı kadınları öldürmeye başlar. Sadık Çubek bu cinayetlerle ilgili olarak o dönem Zeyneddin Rahnumâ’nın başyazarlığını yaptığı “Ruzname-i İran” a raporlar gönderir. Çubek’in “Sabır Taşı” isimli romanında geçen Seyfu’l-Kalem karakteri bu Şirazlı Seyyid’ten esinlenerek kaleme alınmıştır.

Sadık Çubek Tahran’da Amerikan Koleji’nde okurken 1935 yılında yazar Mes’ûd Ferzâd ve İranlı şair Perviz Nâtıl Hânlerî ile tanışmıştır.  Sadık Çubek, Sadık Hidayet’ten etkilendiği kadar sonraları Sâdık Hidâyet’in de “Ferda” isimli hikâyesini yazarken Sadık Çûbek’in “Sonbaharın Son Ögleden Sonrası” isimli hikâyesinden etkilendiğini ve hikâyesinde tıpkı Çûbek’in şahısları kendi kendine konuşturma tarzını kullandığı gibi onun da iç monolog tarzından yararlandığını görüyoruz. Yine o yıllara denk gelen önemli bir olay ise 1933 yılında Dr.Takî Erânî’nin baş yazarlığını yaptığı Farsça basılan ilk Marksist dergi olan Dünya dergisinin basılmasıdır. Bu dergi büyük ihtimalle Sadık Çûbek’in yakından takip ettiği dergiler arasına girmiştir. Bazıları Çûbek’in bu grupla irtibatının olduğunu ileri sürmektedirler. Nisan 1937’de Dr.Takî Erânî ve elli iki kişilik Dünya Dergisi yazarı toplantı yaptıkları sırada yakalanmışlardır. Hepsi yargılanmış, bir kısmı on yıllık hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Bu dönem Rıza Şah Pehlevî ve anti-komünist hareketin vahşet estirdiği yıllardır. Dünya Dergisi başkanı Erânî, 1940 yılında İran hapishanesinde ölmüştür. Hapishaneden çıkan birçok Dünya Dergisi yazarı daha sonraları Tudeh Partisinde ya da sol yelpazede yerlerini almışlardır. 

O yıllar sansür yıllarıydı. Sansür yapan kurumun gözleri Hidayet’in, Bozorg-i Alevî’nin ve içlerinde Sâdık Çûbek’in de bulunduğu dostlarının üzerindeydi. Aydınları takibe alıyorlar, eserlerini yayımlamalarına izin vermiyorlardı. O yıllarda Hidâyet’in, Bozorg-i Alevî’nin, Dehhodâ’nın ve Cemâlzâde’nin eserleri yayımlanmadı. Hükümet sanatçılara ve aydınlara nefretle bakıyor, ancak kitap satışları her zamankinden daha fazla oluyordu. Ölüm ve acı teması ve hayattaki olumsuzlukların Çûbek’in eserlerinde uç noktaya yükselmesi iste böyle bir ortamda meydana gelmiştir. Toplumun değişen atmosferi her kesimi etkilediği gibi yazarları ve sanatçıları da derinden etkiliyordu.

1938 yılında Sadık Çubek 21 yaşında bir gençtir. Amerikan Koleji’nden mezun olmuş, Kültür Bakanlığı’nda işe girmiştir. Kudsî Hanım ile evlenmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından öğretmen olarak atanmasından bir süre sonra askerlik vazifesi için çağrılmış, bu hizmeti sırasında İngilizceye olan hâkimiyeti aşkerlik görevini mütercim olarak genelkurmayda tamamlamıştır. 1940 yılında Maliye Bakanlığı’nda veznedar olarak göreve başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Rıza Şah’ın devrilmesi aynı yıllara denk gelmektedir.

1945 yılında Sadık Çûbek’in “Kukla Oyunu” isimli ilk hikaye mecmuası yayımlandı. “Kukla Oyunu”nun ilk başkısı Sadık Çûbek’in kendi maddî imkânlarıyla 120 sayfa halinde yapıldı. “Kukla Oyunu”nun basılmasından sonra, “Esâne-i Edeb” isimli hikâyenin basımı on yıl boyunca yasaklandı ve kitabın diğer basımlarında bu hikâye yerine “Ah İnsan” yayımlandı.

1946 yılında Birinci İranlı Yazarlar Kongresi’nin düzenlenmesi yeni İran nesrinin açılımı için önemli bir adımdı. Bu kongre İran ve Rus kültürel ilişkiler topluluğu tarafından kültürel ilişkilerin ilerlemesi açısından yetmiş sekiz şair ve yazarın katılımıyla başladı. İçlerinde Sadık Çûbek’in de bulunduğu kongrede Çağdaş İran edebiyatı masaya yatırıldı. Bu kongrede her şeyden çok toplumsal hayattaki sanat figürü işlendi, realizm ve mizahın İran edebiyatında önemli bir yer aldığı vurgulandı. Bu kongrenin düzenlenmesi, İranlı yazarların bundan sonra oluşturacakları eserler üzerinde etkili oldu. Edebiyatın revaçta olduğu bu yıllarda “Kukla Oyunu” edebiyat dünyasında büyük ilgiyle karşılandı ve Sadık Çûbek’e beklemediği bir ilgiyi beraberinde getirdi. Yazarın “Denizde Neden Fırtına Oldu?”, “Kafes” , “Bakıcısı Ölen Maymun” isimli üç hikâyeden ve “Lastik Top” isimli bir tiyatro oyunundan oluşan ikinci hikâye mecmuası “Bakıcısı Ölen Maymun” 1948 yılında basıldı. “Bakıcısı Ölen Maymun”un basılmasından hemen sonra İbrahim Gülistan’ın “Sonbaharın Son Ayı” adlı ilk kitabı yayımlandı. İbrahim Gülistan’ın hikâyelerinde toplumun aydın tabakalarından insanlar anlatılmış, yüksek ideallerden ve ülkülerden bahsedilmiştir. Çubek, ikinci kitabında, yakın dostu olan İbrahim Gülistan’ın tersine, hikâye kahramanlarını toplumun en alt tabakalarından seçmiştir. Onun belli baslı karakterleri, fahişeler, şoförler, esrarkeşler, zulüm görmüş insanlardır. Pesimist bakış açısı kitabın hikâyelerinin geneline hâkim olmuştur. Kitabın basıldığı yıllarda birçok kimse Çûbek’i ahlaki açıdan eleştirmiştir. “Bakıcısı Ölen Maymun”dan sonra on beş yıl boyunca yazar yeni bir hikâye kitabı yayımlamamıştır. 

Yazarın uzun süre yazmaya ara vermesi, okurlarla arasında kopukluğun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hikâye yazarlığını bırakması ve yurt dışında uzun yıllar kalması, yakın çevresinin söylediğine göre hatıralarının, notlarının ve araştırmalarının da yok olması bu kopuşun nedenlerinden bazılarıdır. Bu yıllar içerisinde yalnızca “Mehpâre” yi Farsçaya çevirebilmiştir. Mehpâre yirmi hikâyeden oluşan Hintçe asıllı bir aşk destanıdır. Aslı Sanskritçe olup “Bin bir Gece Masalları” tarzında yazılmıştır. Sâdık Çûbek bu kitabı İngilizce metinden Türkçeye çevirmis, eser 1984 yılında Nilüfer Yayıncılık tarafından basılmıştır.  Sâdık Çûbek’in vatanından uzak kaldığı yıllarda üzerinde çalıştığı ancak tamamlanmamış romanı “Sukuntelâ” dır.

Yazar 1948 yılında İran-İngiliz petrol şirketinde mütercim olarak göreve başladı. 1950 yılında ise “Kukla Oyunu”nun ikinci başkısı yapıldı. Aynı yıl Harvard Üniversitesi’nde bir seminere katılmak üzere Amerika’ya giden yazar, Rus Yazarlar Birliği’nin davetiyle Moskova’ya, Semerkand’a, Buhara’ya ve Tacikistan’a seyahatlerde bulundu. İngilizceye oldukça hâkim olan yazar 1957 yılında Carlo Collodi’nin “Pinokyo” isimli kitabını İngilizceden Farsçaya çevirdi. Aynı yıl Peter Avery, yazarın “Bakıcısı Ölen Maymun” isimli hikâyesinin İngilizce tercümesini “Yazarlıgın Yeni Dünyası” isimli derginin on birinci sayısında yayımladı. Çûbek’in diğer İranlı yazarlara nazaran doğal bir dille halk üslubunu kullanarak, toplumun ahlakî olarak nitelendirdiği bazı konulara cesurca yaklaşması ve onu kitapları aracılığıyla kitlelere ulaştırması zaman zaman başına bela olmuş, yazıları sansüre uğramış, toplumun bazı kesimlerinin hedefi haline gelmesine sebep olmustur. “Bakıcısı Ölen Maymun” un basılmasından sonra, “Kukla Oyunu”nun ikinci basımına kadar olan zaman dilimi, sadece Çûbek’in hayatında değil, aynı zamanda İran edebiyat tarihi açısından da önemli bir zamandır. 

1929 yılında Sadık Hidayet Fransız edebiyatçısı Kafka’nın “Dönüşüm” isimli eserini Farsçaya çevirmiştir. Bundan bir yıl sonra 9 Nisan 1951 yılında Sadık Hidayet’in Paris’te intihar etmesi edebiyat dünyasında büyük bir üzüntü yaratmıştır. Şüphesiz ki Hidayet’i yakından tanıyan Çubek bu duruma en çok üzülenlerden biri olmuş, bu olay onun üzerinde derin izler bırakmıştır. Sadık Hidayet’in ölümünden bir yıl sonra 1952 yılında Bozorg-i Alevî’nin ünlü “Çeşmhâyes” isimli romanı, aynı yıl Celâl Âl-i Ahmed’in “Zen-i Ziyâdî” isimli kısa öykü kitabı yayımlandı. 1953 yılında 28 Behmen darbesi gerçekleşti ve Musaddık dönemi sona erdi. Toplumda güven bunalımı ortaya çıktı. Karamsarlık ve bunalım önce aydınlar ve sanatçılar üzerinde etkisini gösterdi. Bu dönemde yazılan yazıların kahramanları genellikle intihar edenler ya da çılgınca fikirleri olan insanlardı. Edebiyat dünyasında da etkilere yol açan bu darbe, belki de en çok Sadık Çûbek’i etkilemişti.  Aynı yıl yazar Harvard Üniversitesi’nin davetiyle Amerika’ya gitmiş, çeşitli konferanslara katılmıştır. Amerika’nın çeşitli şehirlerini gezme fırsatı bulan Sâdık Çûbek’in bu dönemde İran ile Amerikan siyasetini karsılaştırma fırsatı olmuş, İran’ın siyasî açıdan geri kalmışlığından üzüntü duymuştur.

1959 yılında Sâdık Çûbek’in Farsçaya çevirdiği Edgar Allan Poe’nun “Karga” isimli eseri “Kâve Yayıncılık” tarafından basılmıştır. 1940 yılında Ali Afgânî’nin “Ahu Hanım’ın Kocası” isimli eseri yayımlandı. Bu eser modern Fars öykücülüğünde söz sahibi olan birçok kişi tarafından takdir edildi. 1962 yılında Sâdık Çûbek’in “Bakıcısı Ölen Maymun” isimli hikâye mecmuasında yer alan “Denizde Neden Fırtına Oldu?” isimli hikâyesi Furûg-i Ferruhzâd’ın şirketi tarafından filmleştirildi.

Sâdık Çûbek on beş yıllık suskunluğun ardından 1963 yılında “Tengsir” isimli ilk romanını yayımlandı. Bu kitap birçok dile tercüme edildi. Sekiz hikâyeden oluşan ve Çûbek’in üçüncü hikâye mecmuası olan “Son Işık” 1962 yılında basıldı. Aynı yıl yazarın olguna hediye ettiği, dördüncü ve son hikâye mecmuası olan “Kabirde İlk Gece” yayımlandı. On hikâye ve bir piyesten oluşan bu kitap İlmî Yayıncılık tarafından basıldı. 1966 yılında yazarın son romanı ve son eseri olan “Sabır Taşı” yayımlanmış, kitap edebiyat çevrelerinde büyük ilgi toplamıştır. Uluslar arası edebîyat arenasında şöhret sahibi olan Sadık Çubek 1972 yılında Kırgızistan’ın Alma ata şehrinde “Asya ve Afrika Ülkeleri Yazarları Konferansı”‘na katılmıştır. 1991 yılında Çubek, konusu Hint asıllı bir aşk hikâyesi olan “Mehpâre” isimli eseri Sanskritçe’den Farsçaya çevirmiş ve bu eser Nilüfer Yayıncılık tarafından basılmıştır. Sâdık Çûbek 1998 yılı Haziran ayında seksen iki yaşında iken Amerika’da Kaliforniya Eyaletinin Berkeley Şehrinde ölmüştür.

YAŞADIĞI DÖNEMDE İRANDAKİ EDEBİ DURUM :

Dünya ülkelerinin hızla gelişmeye başladığı 19. yüzyılda, İran için de yeni bir dönemin kapıları açılıyordu.  İran’a matbaanın getirilişi, Avrupai tarzda üniversite ve okulların açılması,  tercüme faaliyetlerinin başlaması, gazete ve dergi çıkarılması artık edebiyatı da farklı bir yöne götürmüştür. Bu son yüzyılda İran’ın politik, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatında meydana gelen olaylarla, bunların sonucunda ortaya çıkan değişiklikler İran edebiyatı üzerinde büyük etkiler yaratmıştır.

İnkılâp hareketi, doğal olarak İran’ın edebî hayatına da yansımış ve çabucak şairler ve yazarlardan bir grup özgürlükçülerin etrafında toplanmıştır. Onlar, Meşrutiyetin başlangıcında özgürce ve açıkça kalem yoluyla mücadeleye başlamak için fırsat bulmuşlardır. Ancak özgürlükçülerin durumları iç açıcı değildi. Zira basım, kâğıt ve iş yapmak için gerekli sistem devletin elinde bulunmaktaydı. Bütün bunlarla birlikte propaganda ve özgürlükçülerin kalemle mücadelesi her ne kadar zorlukla gerçekleştirilse de gazetelerde toplanmış ve böylece edebiyat düşüncelerin neşredildiği tek vasıta olan gazetelerin dar çerçevesinde mahsur kalmıştı.

1850’den 1906’da Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süre, İranlı düşünce ve sanat adamları için ve bütün İranlılar için her yönden bir hazırlık ve  mücadele devresi olmuş ve bu uzun mücadelelerden sonradır ki istibdat rejimi kaldırılarak, meşrutiyet idaresi getirilmiştir.

Bu büyük olay, ülkede her alanda olduğu gibi, edebiyat alanında da bazı önemli değişikliklerin meydana gelmesine sebep olmuştur. Öyle ki bu dönemdeki ilk nesir örneklerinin konusu da politikadan oluşmaktaydı. Bu durumun yanı sıra eğer İran, meşrutiyetin ilanından sonra gerçek bir huzura kavuşmuş, Rusya ve İngiltere’nin iç işlerine karışmalarından kurtulmuş ve böylece millî hükümetin otoritesi sarsılmamış olsaydı, meşrutiyet idaresinin nimetlerinden daha çok yararlanabilecekti. Fakat bu koşullar tamamı ile bir araya gelemediğinden, İran’ın lehine büyük ve ciddi bir değişiklik hâsıl olmamıştır.

1906 yılında gerçekleşen Meşrutiyet inkılâbı İran toplumunu hem manevi hem maddî anlamda etkiledi. Bununla birlikte edebiyatta da birtakım yenilikler meydana geldi. İran edebiyatında yenilik ilk önce Fars nesrinde başlamıştır. Çünkü İran’ın eski hikâyeleri çoğunlukla şiir dili ile yazılmıştır. Firdevs’inin Şehname’sinin hikâyeleri Fars şiirinin güçlü alt yapısına tanıklık etmektedir. Yüz yıllar öncesinde yaşayan büyük şairlerin şiirleri, sonraki kuşaklar tarafından aynı zevkle okunup anlaşılmaktadırlar. Bu durum dikkate alındığında şiirde yenilik için daha derin ve köklü bir hazırlık yapılması gerektiği anlaşılmaktadır.

Fars nesir edebiyatında geçmişte iki önemli üslup (sebk) kullanılmıştır. Bunlardan birincisi sade, akıcı, tekellüfsüz, tabii bir üsluptur ve pek çok örnekleri bulunmaktadır. İkincisi ise, bu sade üslupla yazılan nesrin karşısında olan artistik üsluptur. Bu nesirde lafız ve mana sanatlarına, Arapça kelime ve terkiplere, uzun ve karışık cümlelere yer verilir. Bunlar sun’i olup birçok örnekleri vardır. Son bir buçuk yüzyıl öncesine kadar bu üslup Fars nesrine hakim iken, sosyal yaşamın değişmesi ve Avrupa edebiyatı ile temas yüzünden bu tarz terk edilerek, çağdaş nesirde dil, şekil, konu ve ifade bakımından büyük bir değişme ve yenilenme meydana gelmiştir. Genellikle yenilik taraftarları, geniş halk kitlelerine hitap ettikleri için onların anlayabilecekleri, zevk alabilecekleri bir dil ve ifadeyi, yeni kalıplar ve şekiller içinde kullanmayı seçmişlerdir. Bu yüzden de çağdaş nazım ve nesir dili eskiye göre çok sade, ifadesi açık ve tabii olmuştur. Bunun yanında Avrupa nesir edebiyatının etkisinde kalarak Fars nesri, dil ve üsluptan başka, şekil ve konu açısından da büyük yenilik göstermiştir.

Kaçarlar devrinin son zamanlarında meydana gelen İran Meşrutiyeti, yalnız siyasi bir inkılâp değil, aynı zamanda edebî inkılâptır. İran’da gerçekleşen Meşrutiyet inkılâbından sonra vatana övgü, İran’ı emperyalizmden koruma duyguları, şahın ve etrafındakilerin uyguladığı istibdat rejimiyle mücadele,  vatanseverlik duygularının dile getirilmesi, batıl inançlar ve taassupla mücadele, kadın hakları gibi konular edebiyata girmiştir.

Meşrutiyet ortamının hazırlanmasında ve şekillenmesinde etkili bir rol oynayan bu değişim döneminin aydınları, aydınlanma çağı Avrupa’sının isteklerinin etkisiyle, kanunun ve düzenin istibdadın ve zorbalığın yerini alması;  bilimin ve bilginin, cehaletin ve karanlık düşüncelerin yerine geçmesini ve mevcut toplumsal ilişkilerin toplumsal burjuvazi ilişkilerine dönüşmesini isterler. Bunlar meşrutiyet edebiyatının en önemli özelliklerinden olup 1340/1961 yılına dek,  İran edebiyatının en temel hedefleridirler. Bu dönemde “eskilerin reddi ve yenilerin kabulü”, İran’ın öncü aydınlarının Avrupa kültürüne ve düşüncesine hayran kalmasına neden olur. Her şey modern ölçülerle ölçülerek İran’ın geri kalmışlığı eleştirilir. Meşrutiyet döneminin ilerici edebiyatçıları,  her ne kadar İranlıların karanlık günlerini Avrupalıların ilerleyişiyle kıyaslayarak halkı, ülkenin durumunun vahameti konusunda bilgilendirseler de, batı uygarlığını hiç bir değişiklik yapmadan almayı düşünen sade yazmanın öncülerinden olan bazı edebiyatçıların aksine, batıdaki ilerlemenin ulusal çıkarlara uyarlanmasının daha doğru olacağını dile getirmişlerdir.

Meşrutiyet edebiyatı, keskin sınıfsal bir mücadele dönemini yansıttığından, göz önüne aldığı toplum kitlelerinin psikolojisini ve emellerini açıkça tasvir eder. Bu durum meşrutiyet şiiri için daha fazla geçerlidir. Yaşam tarzının daha da sakinleştiği sonraki dönemde edebiyat, sorunları daha az açıklık ve daha çok edebî karmaşıklık içinde yansıtır. İranlı şairler ve yazarlar Meşrutiyetten sonra hem sosyal hayattaki değişim hem de Batı edebiyatının etkisi neticesinde nazım ve nesir alanında kaçınılmaz yenilik hareketlerine girişmişler ve bu durumu eserlerine oldukça etkileyici bir tarzda yansıtmayı başarmışlardır.   

Meşrutiyet edebiyatının hassasiyetle üzerinde durduğu konulardan biri milliyetçilik, İran’ın parlak geçmişine saygı gösterme ve ona karşı duyulan özlemdir. Kuruş ve Dara’nın çocukları ya da Şah Abbas ve Nadir’in evlatları olarak İran halkına hitap, Meşrutiyet dönemi yazarları ve gazetecilerinin daimi ıstılahlarından sayılırdı. İranlı, parlak geçmişe aşinalığın ardından eski döneme o derece özlem duyar ki bu duyguların bir çoğu Arap karşıtlığı ve Zerdüştlüğe yönelimle neticelenir. Vatanseverlik ve milliyetçilik düşüncelerinin yaygınlaştığını o dönemlerin eserlerinde ve yazılı haber kaynaklarından görebiliriz.  Firdevs’i ve Hayyam gibi vatana mal olmuş sanatçılar yâd edilmiştir. Gerek edebi gerek siyasi yönden ülkesine hizmet etmiş ünlü kişilerin mezarlarında yenileme yapıldığı, Zerdüştlüğe eğilimin arttığı, fasih Farsça kullanımının yaygınlaştığı, şarkılar, kasideler ve gösteriler kalem ehlinin eserlerinde çeşitli şekillerde ortaya konmuştur.   İran edebiyat ve kültür araştırmaları başlangıçta Berlin’de bulunan İran ilim ve edebiyat topluluğu tarafından başlatılmıştır. Muhammed Kazvini, Kazımzade İranşehr ve Seyid Hüseyin Takizade bu topluluğun en önemli üyelerindendir. Bunların yanı sıra İran’da da edebiyat çalışmaları yapılmıştır.  Muhammed Ali Furugi, Şahname, Hafız ve Hayyam çerçevesinde araştırmalar yapmış ve İran tarihini yazmıştır.

Yeni haberlerin müjdeleyicisi olan yeni tarafgirliklerle, mensur eserlerin çoğunda gerek tarihi kitaplarda gerekse de seyahatnamelerde karşılaşılmaktadır. Muhammed Ali Cemalzâde’nin birçok benzetmelerinde mizahi göndermelerde bulunmuştur. Farsça yeni hikayeciliğin kaynakları çoğunlukla edip tarihçiler tarafından başlatılmıştır ve asıl hedefleri edebi bir eser yaratmak olmayan 19. yüzyıl siyasetçilerinin bir kısmı da ülkenin içinde bulunduğu tehlikeli şartlardan kurtulması için etkili ve fasih bir şekilde kalemlerini kullanma hedefini gütmekteydiler.

1906 yılında Meşrutiyet İnkılabı ile sonuçlanan dönem ve de bu dönem boyunca çok seçkin eserler meydana getirilmiştir.  İran dışında mücadelesini sürdüren, hürriyetçi yazarlardan biri olan, çocuklar ve gençlerin eğitimi amaç edinip bu doğrultuda öğretici eserler meydana getiren Tâlibof’un (1834-1911) Kitab-ı Ahmed ya Sefîne-i Tâlibî ve Mesâliku’l-Muhsinîn gibi çok değerli edebi eserler vardır. Kitab-ı Ahmed 1893-94 yıllarında İstanbul’da basılan iki ciltlik eserde yazar tarihi, bilimsel, siyasî, felsefî ve sosyal konulardan bahseder ve roman kahramanı olan Ahmed isimli çocuğa İran’ın geri  kalmışlığı  ve  Avrupa’da meydana  gelen gelişmeler ve icatlardan bahsederek ona dış dünyayı tanıtmaya çalışır. Ayrıca vatanseverlik duygusunu öğretir.   Mesalikül-muhsinin, Hâc Zeynulâbidîn-i Merâgâ’i’nin eseri Seyâhat-nâme-yi İbrâhîm Big ya Belâ-yi Ta’ssub-i Û (Kahire, 1895) gibi içinde memleketin geri kalmışlığı, istibdadın sert kanunlarını, İngilizlerin İran üzerindeki etkilerini, bilimin yaygınlaşması gerekliliğini geniş ve ayrıntılı diyaloglarda ortaya koyan hikâye tarzında bir seyahatnamedir. Her ne kadar Talibof ‘un Mesalikül-muhsinin kitabı muhtemelen Sir Humphry Davy’nin Teselli-yi Sefer veya Âhirin Rûz-i Filsuf (1830) adlı eserinden ilham alsa da günlük hayatın olaylarıyla olgunlaşan onun özgün yapısı,  16.  yüzyıl ve 17. yüzyılın başlarında Avrupa’da hikâyeciliğin yeni üslubunun ortaya çıkışını haber veren biyografik romanlara benzemektedir. 19. yüzyıl İran’da günlük kişisel notlar ve seyahatname yazma dönemidir.

Bu dönemde dilin sadeleştirilmesini savunanlar aşırıya kaçıp, konuşma dilinin fonetik ve sentaks özelliklerini yazılarında kullanmışlardır. Bunun neticesinde de konuşma dilinin kuralsızlıkları ve düzensizlikleri edebi eserlere yansımıştır. Bunların yanı sıra çeviri yoluyla Batı dillerinden birçok yeni sunî kelime ve deyimler eserlerde yer almaya başlamış ve böylece dile ve anlatım tarzına sun’îlik hakim olmuştur. Şair ve yazar Reşid Yasimi bu konudaki görüşlerini şöyle açıklıyor: “Sadelik, Fars nesrinin eski sağlığı ve sağlamlığını kaybettirmiş, lafız ve mana sanatlarına da son vermiştir. Bu, eski nesre aşina olanlar için bir çöküş işaretidir.”

Ünlü tarihçi Abbas İkbal ve Alî Deştî gibi önemli yazarlar, yeni nesrin dilinin nasıl olması üzerinde ısrarla durmuş ve kendi düşüncelerini bu konuda savunmuşlardır. Örneğin Alî Deştî “Yeni Moda Yazarlık” adlı makalesinde, yeni nesir dil ve üslubundaki çeşitli akımlardan ayrıntılı biçimde söz ederek ve bir çözüm getirmeye çalışarak diyor ki:  “Meşrutiyetin ilk zamanlarında sade yazmak adet olunca, tamamen Avrupai terim ve terkiplerle, yabancı kelimeler kullanmak moda haline geldi. Sonradan bu hareket bir tepki yarattı. Edebiyatçılar yabancı deyimlere benzer deyimler kullanmaktan çekinmekle kalmayıp, zanlarınca yabancı baskısından kurtulmuş olan eski yazı üslup ve dilini iktibas ettiler. Yavaş yavaş bu taklitçilik o dereceye geldi ki eserleri sadelikte atasözü haline gelen bazı yazarların yazılarını muğlak ve anlaşılmaz bir dil ve üslup ile taklide çalıştılar.”

İlk dönem,  yani Meşrutiyet dönemi, aslında toplumsal buhranların dönemi olmuştur. Yazarlar, çaresizce uygun bir alanda kendi şahsiyetlerini ibraz etmek için herhangi bir fırsat bulamayacak kadar günlük meselelerin içine dalmışlardır. Bir süre sonra da baskı edebi alanları sınırlandırmıştır. Nesir yazımı, bir taraftan araştırmalar çerçevesinde içinde bulunduğu zamanda kayboldu ve bir taraftan da hikayecilik, Batıdan gelen romantizm akımının etkisiyle üsluplarını ve yöntemlerini taklitle sınırlandırdı. Bu durum o kadar başarısızdı ki romantik tarzı değersizleştirdi. Tabiatıyla bu durum yazara yeni bir fikri, şahsi bir haberi, ilminin güzelliğini göstermesi ve kendi üslubunu yeniden canlandırması için bir fırsat vermiyordu.

Dil ve ifadede meydana gelmiş olan aşırı yenilik veya tutuculuğun edebi eserlerde ortaya çıkaracağı zararları göz önünde bulunduran Milli Eğitim Bakanlığı, bütün bu değişik akımlardaki görüşleri bir sisteme bağlamak suretiyle,  zararı vaktinde önlemek amacıyla 1935 yılında bilginler, dilciler, edebiyatçılar ve eleştirmenlerden oluşan 24 kişilik kadrolu   “Ferhengistan-ı İran”, İran Dil Akademisini kurdu. Bu kurum hakkında Muhammed Furugi’nin “Ferhengistan Nedir?” başlıklı makalesinde şu açıklama yapılıyordu: “Bazı kimseler Ferhengistan’ı lügat üreten bir fabrika sanıyorlar. Bazıları da sadece dildeki yabancı Avrupai kelimeleri atmakla  uğraştığını  zannediyorlar.  Bu zanlar tamamen yersiz olup, gerçeğe uymamaktadır. Ferhengistan’ın asıl amacı, İran dili ve edebiyatını ıslah ve ikmal yolunu bulmak ve kullanmak suretiyle, ülkenin kültür ve medeniyetini İran’a has kılmak ve temayüz ettirmektir.”

Meşrutiyet ile birlikte İran her anlamda yenilikler yaşamış, farklı kültürlerle tanışmış, içinde bulunduğu şartlar ve sosyal etkileşimlerle değişime yeni bir kapı açmıştır. İran’daki bu tarihi sürecin ifade edilip, yansıtılması için yeni anlatım biçimlerine gerek duyulmaktadır. Zira artık eski anlatım türleri, o dönemi aktarmaya muktedir değildir. Ayrıca sosyal ve kültürel etkileşimler sonucunda eski edebi türler geçerliliğini yitirmiştir. İran toplumunda orta sınıfın düşünce ve sanat alanında kendini göstermesi ve milli bilincin oluşmasıyla edebiyatçılar, Fars edebiyatında roman türünde eserler vermeye başlamışlardır.

Eserleri:
KISA HİKÂYELERİ:
Heymesebbâzi (Kukla Oyunu)
 خیمه شب بازی 

Sadık Çubek’in 1945 yılında yayımladığı “Kukla Oyunu” isimli hikâyesi on bir hikâyeden oluşmaktadır. Bunlardan “Esâne-yi Edeb” isimli hikâyesi ilk baskısından sonra yasaklanmış, bunun üzerine kitabın diğer baskılarında “Esâne-yi Edeb” hikâyesi yerine “Ah İnsan” adlı hikâyesi yer almıştır. Bu on bir hikâyeyi şu şekilde sayabiliriz:

“Nefti”, “Golhâ-yi Gustî”, “Adl”, Zir Çerâg-i Kırmiz”, “Âhir-i Seb” “Merdi Der Kafes” “Pirâhen-i Ziriskî”, “Mösyö _lyas”, “Bad Ez Zohr-i Âhir-i Pâyiz” , “Yahya”, “Ah İnsan”

Kitapta yer alan hikâyelerdeki konu ve karakterler ya toplumun alt tabakalarından gelmişler ya da hurafelere karşı bıkkınlık içerisindedirler. Hikâyelerin belli başlı kahramanları fahişeler, ölü yıkayıcıları, bunalımdaki insanlar ve cahil kimselerdir. Yazar, karakterlerini canlandırırken onların ait oldukları sosyal tabakaların dilini son derece başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Bu hikâye mecmuası modern İran edebiyatının en güzel örneklerinden biridir.

Enteri ki Lutiyes Morde Bud (Bakıcısı Ölen Maymun ) انتری که لوطیش مرده بود :

Sâdık Çûbek “Bakıcısı Ölen Maymun” isimli ikinci hikâyesi 1948 yılında yayımlamıştır. Eser, “Denizde Neden Fırtına Oldu?”, “Kafes”,“Bakıcısı Ölen Maymun”, isimli üç hikâyeden ve “Lastik Top” isimli tiyatro oyunundan oluşmaktadır. Yazarın en fazla beğeni toplayan hikâye mecmuası olan “Bakıcısı Ölen Maymun” da Sadık Çûbek’in Farsçayı kullanışındaki becerisine, dilinin akıcılığına ve yöresel dili kullanmadaki başarısına tanık oluyoruz. Yazar, bu eserinde natüralist ekolün en güzel örneklerinden birisini vermiştir. Bu hikayesinde Çûbek yine şoförlerden, cinsel dürtülerinin pençesine düşmüş kimselerden, fahişelerden, esrarkeşlerden, baskı altında kalmış, bunalıma düşmüş ve coşkularının peşinden sürüklenen insanlardan söz etmiştir. Bu kez hayvanlar üzerinden insanların acizliklerini ve bunalımlarını tasvir etmeye çalışmıştır. Bu üç hikâyeden oluşan mecmuanın, coşku, şiirsellik ve doğallığı bir araya getirerek, Sâdık Çûbek’in hikâyelerinin ortak özelliğini oluşturduğunu ve onun edebî kişiliğini güzel bir şekilde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Çerâg-i Âhir (Son Işık) چرآگی اهر  :

Yazarın üçüncü hikâye mecmuası olan “Son Işık” dokuz kısa hikâyeden oluşmaktadır. Bunlar; “Son ısık”, “Cant Hırsızı”, “Güvercin Uçurucu”, “Henüz Gözlerini Açmamış Yavru Kedi”, “Tahta At”, “Köpeğim Atma”, “Rehâverd” , “Pirzâd u Perimân” ve “Dost” isimli hikâyelerdir. Çoğu kimse Sadık Çûbek’in “Son Işık” isimli eserinde “Kukla Oyunu” ve “Bakıcısı Ölen Maymun” isimli diğer iki hikâye mecmuasında göstermiş olduğu başarı düzeyini yakalayamadığını düşünmektedir. Bu hikâye mecmuasında da her zaman olduğu gibi toplumun alt tabakaları hedef alınmıştır. İnsanların birbirlerine karsı gösterdiği acımasız tutum, kendisini biraz daha hissettirmiş, cehalet ve hurafeler yoğun bir şekilde eleştirilmiştir. Hayvan unsuru bu mecmuada da sıklıkla kullanılmış ayrıca bunalım, ihanet ve ölüm gibi temalar işlenmiştir.


Rûz-i Evvel-i Kabr (Mezardaki İlk Gün) 
روزی اولی کابر:

Yazarın dördüncü hikayesi olan “Mezardaki İlk Gün” on hikâye ve bir piyesten oluşmaktadır. Bunları şöyle sayabiliriz: “Gurgenhâ”, “Çesm-i Siseî”, “Deste Gul”, “Yek Çiz-i Hâkesterî”, “Paçe Hîzek”, “Rûz-i Evvel-i Kabr”, “Hemrâh”, “Arûsek Furûsî”, “Yek Seb-i Bîhâbî” “Hemrâh bâ Sîve-i Diger” ve “Numâyis-i Hefthat”

Yazar diğer hikâye kitaplarında islediği konuların ve karakterlerin benzerlerini bu mecmuasında tekrar kaleme almıştır. İnsanlar yine acımasız atmosferlerin içerisinde boğulmakta, beceriksizlikleri ve cehaletleri yüzünden kendilerini ve çevresindekileri tehlikeye atmaktadırlar. Kahramanlar, diğer insanların hatalarını eleştirirken ilmî bakış açısından yoksun değerlendirmelerde bulunarak adeta onları cezalandırmaktadırlar.

ROMANLARI

Tengsir 
تنگسیر :

Tengsir Sadık Çubekin 1963 yılında yayımlanan romanıdır. Roman sürükleyici ve akıcı bir üslupla kaleme alınmıştır. Romanda bel altı üslupların çoklukla kullanılması halk dilinden deyimlere sözlere ve lafızlara yer vermesi bakımından tam bir Sadık Çubek romanı olduğunu söyleyebiliriz. Hikâye Zer Muhammed adlı ana karakter üzerinden döner. Zer Muhammed cesur, yiğit, sözünün eri, ailesine sadık ve geçimini kıt kanaat sağlayan İranın liman kenti bender de ailesiyle birlikte yaşayan tengsirlilere mensup bir şahsiyettir ve Zer Muhammed’in bu saf ve temizliğinden yararlanan çevresindeki beş tane kötü adamın sonunda Zer Muhammedin silahından çıkan kurşunlarla can vermesini işler kısaca. Ancak hikaye okuduğunuzda sizi öyle bir sürükler ki adeta her sayfasından sonra diğer sayfaya sabırsızlıkla geçersiniz.  Hikâyedeki karakterler bir kurgu değil de sanki gerçek yaşamdan alınmış yaşanmış bir yaşam öyküsünü canlandırır adeta Zer Muhammed’in ailesi hanımı ve zamanında ondan borç alıp bin bir bahaneyle borcunu ödemeyen bakkalı, tüccarı vs. Sadık Çubek Zer Muhammed’in karar alıp intikamını onların canlarıyla ödemesi gerektiğini adeta bir kahramanlık hikâyesiymiş gibi ele alır. Aslında yapılan iş gerçek hayatta bir seri katillik vakasıdır ancak Çubekin diğer yazınlarında da göreceğimiz gibi burada da kırılan onur, gurur ve başı dik bir yaşamı her şeyin üstünde tutar. Hikaye 1978 yılında Dr.A.Naci tokmak çevirisiyle Kültür Bakanlığı yayınları adı altında ülkemizde de yayımlanmıştır. Hikâye 1978 yılında İranlı ünlü yönetmen Behrouz Vosoughi tarafındandan da filme alınmıştır. 

Seng-i Sebûr (Sabır Taşı) سنگی صبور:

Sabır taşı sadık Çubek’in iki eksen üzerinde yürüyen etkileyici romanı. Ahmed Ağa, A Seyit Meluç’la sohbette, çekişmede o kiralık odalardan birinde diğer kiracıların hayatlarının içinde onların ve kendi hayatının bu dünyadaki halini bulmaya çalışıyor. Cihan Sultan’ın, gevherin, Kakol Zerinin, Belkısın, ve diğerlerinin insanı hikayalerini bize öğretiyor.

            Kuralların, inanışların, bağnazlığın, insana neler yaptığının en çokta insanın insana neler ettiğinin hikayesi diyebiliriz aslında. Çubek bu derin romanın içinde Sasanilerden eski metinlerden mesellerden diyaloglar sunuyor Ahmed ağa sadiden , kelile ve dinme den okuyor. Kadim hikayelerden ilham alıyor. Yaradılışa ve varoluşa ait başka şeyler söylüyor. Roman için çok ağır bir dille yazılmış denilebilir kesinlikle bir kere okunup geçilecek cümleler barındırmıyor içinde hikaye İrandaki muta nikahını da şiddetle eleştiriyor zaten romanın ana karakterlerinden olan Belkısın muta saatlik , günlük nikahlarla nasıl bedenini pazarladığından bahsediliyor ve  küçük kızı kakol zerinin bu olaylara tanık olması cinsel istismara maruz kalması daha nice karanlık dünyalar ve dehlizler. Kullandığı argo kelimler ve değindiği yasak bölgelerle tam bir Çubek romanı. Mizahı çok az hatta hiç denilebilecek seviyede tutmasına rağmen sizi başka dünyalara sürüklüyor okurken , kesinlikle iki kere okunması gereken bir roman çünkü gerçekten ağır bir dille yazılmış. Roman muta nikahını eleştirirken hafiften İrandaki sistemide eleştirel bir uslüp kullanıyor satır aralarında oralara yönlendiriyor okuyucuyu. Kasım 2012 de Londra film festivalinde The Patience Stone isimli filmi gösterime ilk sunuldu. Yönetmenliğini ise Atiq Rahimi yaptı.

TERCÜMELERİ :

Lewis Carrol’un Alice Harikalar Diyarında isimli eseri (İngilizceden)
Hint asıllı bir öykü olan “Mehpâre” (İngilizce metninden)
Carla Collodi’nin “Pinokyo” isimli eseri
Edgar Allan Poe’nun “Karga” isimli eseri
 Sukuntela adlı tamamlanmamış romanı

ESERLERİNDEKİ KADINLARIN İNCELENMESİ:

            Çubekin eserlerinde kadınları iki kategoride inceleyebiliriz.  Annelik özellikleri ağır basan hayatın tüm kötü koşullarının oluşmasını kendilerinden bilen, zorluklara göğüs geren ve bu zorluklar karşısında çözüme ulaşmayı sonuna kadar isteyen türkçedeki tabiri ile tüm zorluklar karşısında dağ gibi duran kadınlardır. Çubekin hayatını sorguladığımızda bu kadınları hikayelerinde işlerken annesinden esinlendiğini söyleyebiliriz. Örnek olarak Sabır Taşı romanında Ahmedin annesi, Cihan Sultan; Tengsirde Şiru ; Kabirdeki İlkgün de Hacı Muratın Annesi, Son Işık ta Şükrünün Annesi, ev sahibin kovulmuş hanımı, Cevatın Annesi, Perizat; Heyme Şebbazi Mösyö İlyasın Hanımı, Aşkarın hanımı karakterlerini verebiliriz. Bunların hepsi geleneksel anneler, iyi niyetli kendinden ödün veren ve hayattaki tüm olumsuzlukların sebebini kendilerinden gören karakterler. Hayatlar boyunca kaderin önünde sabırla eğilmiş ve onların için söylenebilecek belirgin hiçbir özellik mümkün değil. Örneğin Sabır Taşındaki Gevher karakteri kızının veled-i zina olmadığını Hacıya haykırdığı için merdivenden aşağı yuvarlandı beli kırıldı bu bir kadının erkeğin karşısında durmasının sonucunu simgeler.

            Çubekin eserlerindeki ikinci tip kadın karakteri ise düşkün diyebileceğimiz yaşadıkları hayatın kötülüklerinden kötü diye adlandırabileceğimiz kadın karakterleridir. Örneğin Sabır Taşındaki belkıs, Son Işıktaki Lusi, Heyme Şebbazi  Orza , Kukla oyununda Ciran, Afat ve Arkadaşları, Kızıl gölekte Saltanat gibi karakterler birbirine benzer  karakterlere sahip şahsiyetlerdir. Bu kadınlar cinsel lezzet peşinde koşuyorlar ve erkeklere aşırı şekilde muhtaçlar. Bu muhtaçlıkla kendilerini çok küçük düşürücü hareketlerde bulunuyorlar. Orza ve Belkıs arasında tek bir fark var Belkısın Orzadan çirkin olması ve sivilceli olması Orza ise tam aksine çok güzel bir kadın ve bu hadiseden cinsel dürtülere düşkünlüğün çirkinlik veya güzelliğe bağlı olmadığını anlatır bize Çubek. Kitaplarındaki kötü kadınlar ya çaresizlik yüzünden , yada çocuklarının karnını doyurabilmek için bu işi yaparladı yada bu yolu kendileri seçtikleri için kötü bir hayat yaşamaktaydı. Bu kadınların hayatta kalmalarının tek sebibi olarak erkeklerin cinsel isteklerini yerine getirebilmeleridir. Yalnızca Çubekin Ahşap At hikayesindeki fransız kadını bu kategorilere koyamıyoruz o kendi kaderi karşısında iranda direnen ve vatanına dönme isteğiyle yanıp tutuşur onu aldatan eşine sırtını döner ve geri dönmek ister o gurulu duruşuyla çubekin hikayelerinde işlediği kadınlardan ayrılır. Ona biçilmek istenen kötü kaderi birtek o değiştirir, ailemi koruyayım , ne olursa olsun parçalanmayan bir ailem olsun düşüncesinden uzak kendi için yaşar adeta . Çubek böyle bir karakteri oluştururken onun Fransız olduğuna vurgu yapar ve bütün düşüncelerinin altında yatan sebep Fransız olmasına dayandırılır. Buda Çubekin batıyı övgüsünü batıya karşı hayranlığını ortaya serer.

Kaynakça:

1- Mir Hasan Âbidinî, Sad Sâl-i Dâstân nivisî der İrân, çev. Doç.Dr.Derya Örs, 1.bs., Nüsha

Yayınları, Ankara, 2002, s.3.
2- Sadık Çubek Sabır Taşı Çeviren Haşim Hüsrevşahi Kavis Yayınları 1.Başkı Temmuz  2010 İstanbul
3- Sadık Çubek Tengsir Birinci Başkı Mart 1979 Kültür Bakanlığı Yayınları
4- http://www.madomeh.com/1390/03/07/zan-chubak/
5- Nimet Yıldırım Fars Edebiyatında Kaynaklar Erzurum 2001
6-Sadık Çubek Tahran 1334 Keymeh Sab Bazi www.ketabfarsi.com
7-Sadık Çubek Sengi Sebur www.zoon.ir
8-Mehmet Kanar Çağdaş iran Edebiyatının Gelişmesi birinci başkı İstanbul 1999
9-Sadık Çubek Antari-ki Lutiyeş Morde Bud, Sazman Kitabhayi Cibi. 3.başkı Tahran 1344
10- Çağdaş İran Edebiyatında Toplumsal Roman ve Bozorg Alevinin Çeşmhayeşi Ankara Üni Yüksek Lisans Tezi Çiğdem Bayar Ankara 2005
11-Sadık Çubek Ruzi Evveli Kabr Cemaderan Yayınları Tahran 1374 http://sadeghhedayat1330.blogfa.com/
12- Sadık Çubek Çera Deryayi Tufani Şod http://sadeghhedayat1330.blogfa.com/
13- http://tr.wikipedia.org/wiki/Sad%C4%B1k_%C3%87ubek
14-Sadık Çubek Tangsir Tahran 1388 Rozgar Yayınları 
15-http://www.iranchamber.com/literature/schoubak/sadeq_choubak.php
16-Bihter Ayvaz Yüksek Lisans Tezi Ankara Üniversitesi 2008